Avrupa Birliği’ne ilişkin tutum

 

 

26 Kasım 2005

Anayasa taslağı ve buna uygun bir anayasa anlaşması, Avrupa Birliği'nin bütünleşmesi yolunda belirleyici bir adım olacaktı. 2005 İlkbaharındaki Fransız-Hollanda “hayırları” ve 2005 Haziranındaki başarısız AB Zirvesi'yle birlikte, AB içindeki çelişkiler de açığa çıktı. Peki, AB'nin sonu mu geldi? Yoksa, Avrupa'nın egemen sınıfları için bu projeyi sürdürmek hala mümkün mü?

1. Avrupa Birliği, sonuçta, bir yanda, emperyalizmle Sovyetler Birliği blokları arasındaki karşı karşıya geliş; öte yanda ise emperyalistler arasındaki bloklaşma biçiminde birbiriyle çakışan iki etmenin tarihsel sonucudur. ABD, 1950'li yıllarda Avrupa kıtasının önde gelen gücü olan Fransa ile politik, ekonomik ve askeri olarak daha güçlü bir Batı Almanya'yı, bir Batı Avrupa Birliği içinde bütünleştirmek için sıkıştırıyordu. Öte yandan, bu, Federal Alman Cumhuriyeti'nin tekellerine göre, ekonomik potansiyeli Sovyetler Birliği'ne ve onun COMECON devletlerine karşı kullanılacak bir ekonomik blokun oluşmasına ve sağlamlaşmasına yol açabilecek emperyalistler arası rekabete son verilmesi anlamına gelmiyordu. Bu proje ekonomik bakımdan öylesine güçlüydü ki, kurucusu devletleri, 20. yüzyılın son üçte birlik dönemi boyunca, diğer Batı Avrupa devletleriyle birleşmek zorunda bıraktı; İngiltere bile, Commonwealth dolayımıyla sahip olduğu kendi ayakları üzerinde durabilir konumuna karşın, bu gidişattan uzak duramadı.

Bu proje, 1980'li yıllardan, özellikle de Sovyetler Birliği'nin dağıldığı 90'lı yıllardan itibaren tamamlandı ve ortadan kalktı: Avrupa Topluluğu'nun ya da Avrupa Birliği'nin kıtanın baskın emperyalistleri olan Fransa ile 1990'da yeniden birleşen Almanya, giderek artan biçimde, AB'nin olanaklarıyla yaşama geçirileceği varsayılan ve onlar için ABD'nin etkisinden adım adım kurtuluşu başlatacak gerçek bir perspektif olarak, kendi emperyalist taleplerini formüle ettiler. Fransa, Almanya ve onların izleyicileriyle en yakın müttefikleri, İngiltere'den farklı olarak, kendi tekellerinin çıkarlarını en iyi biçimde güvence altına almanın, artık, dünya politikasını düzenleyen güç olan ABD'ye tabiiyetten değil; kendi çıkarlarını, gerekirse ABD'nin iradesine karşın, kendi başlarına dayatmaktan geçtiğini düşündüler.

2. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa Topluluğu (AT) ve Avrupa Birliği (AB) dolayımıyla sağlanan Avrupa bütünleşmesi, içinde kapitalist ulusal devletlerin ekonomik-politik ve askeri alan da dahil, egemenliklerinin bir kısmından uluslar üstü bir kurum yararına giderek artan biçimde vazgeçtiği emperyalist bir projedir. Bu süreç, ulusal devlete geri dönüşü savunan karşıt eğilimlere karşın, sona ermiş değildir. Ortada, rekabetin baskısı altında belirli bir noktadan başlayarak kapitalist ulusal devletlerin giderek bütünleşmesine varmayı ilkesel olarak olanaksızlaştıracak herhangi bir iç engel bulunmuyor. Dahası, ufukta, AB çerçevesinde ulusal devletlere herhangi bir görev düşmezken; bağımsızlık haklarının Brüksel'deki ulus ötesi AB bürokrasisine devredilmesi yönünde bir eğilim sürmektedir. Bugün söz konusu olan şey, AB'nin başını çeken devletlerinin hep birlikte daha iyi bir rekabet yeteneği elde etme ve kendilerini kapitalist dünya piyasasında ABD ile Uzak Asya karşısında daha iyi konumlandırmalarıdır -ki bunu tek başına bir devletin yapması da mümkün olabilirdi. Toparlarsak, bu, emperyalist stratejiyi güvence altına alması gereken bir askeri-politik düzenleme etmeni olarak Avrupalı bir askeri gücün geliştirilmesiyle tamamlanacaktır.

3. Avrupa'nın sürmekte olan bütünleşme süreci -1950'li yıllardan bu yana ilerlemiş olsa bile- elbette çelişkileri ortadan kaldırmıyor. Burada söz konusu olan şey, bir yandan AB içindeki karşıtlıklar; öte yandan da gelecekteki bir emperyalistler arası iktidar kavgasının ana hatlarının oluşumudur.

Fransa ile Almanya tarafından savunulan, Paris-Berlin ekseni çevresinde bir Avrupa bütünleşmesi projesi, başlangıcından itibaren, AT / AB üyesi ülkelerin tamamı tarafından paylaşılmadı. Sonuçta, bu süreç, ABD'ne sıkı bir bağlılığa ve eski sömürge imparatorluğu biçiminde kendi emperyalist etki alanına sahip olan İngiltere tarafından da durdurulamadı. Ancak, asıl olarak bir serbest ticaret bölgesi oluşturacak Avrupa konseptine sadık kalırken, ortak para birimi gibi projelerin dışında durmada ısrar eden İngiltere, bu süreci yavaşlatabildi. Avrupa’nın bütünleşmesi, bu yüzden, tersine çevrilemez bir süreç değildir; o, hem kapitalist temelde daha fazla devlet-üstü birleşme hem de tek tek ülkelerin ayrılması hatta bütün bir projenin çökmesi potansiyelini taşımaktadır.

4. Bir çok etmenden dolayı açıkça sermaye yanlısı bir politika uygulayacak olan; dahası, buna zorunlu olan AT/AB, yeni liberal bir projeydi -ki bugün de öyledir: AB hükümetleri, bir yandan, Sovyetler Birliği'nin 1989-90'da parçalanması ve bu yolla Ekim Devrimi'yle başlayan tarihsel çevrimin sona etmesi sayesinde kendi proletaryalarını çok fazla hesaba katma -zorunluluğundan/çev)- kurtulurken, öte yandan, Doğu Avrupa'daki kapitalist karşı devrim, uzun süreli hızlı ekonomik büyüme (“boom”) sürecinde elde edilen tarihsel kazanımların ortadan kaldırılmasıyla ve AB içinde bir yeni liberal modelin yerleştirilmesiyle bütünleşti.

Kitlelerin toplumsal kazanımlarına yönelik saldırıların, elbette daha başka ve daha derin nedenleri var: Avrupa'nın ilerleyen bütünleşmesi, yalnızca Alman-Fransız ekseni önderliğindeki AT/AB'nin özgüven sahibi emperyalist politika uygulamasıyla sonuçlanmadı; aynı zamanda, bu politikanın askeri ve ekonomik bakımdan güvence altına alınması gereğini de dayattı.

Sermaye, başta ABD ve Japonya olmak üzere potansiyel emperyalist rakiplerine karşı konumunu iyileştirmek için, ücretlerde, yan ödemelerde ve sosyal standartlarda kısıtlama yapılması için giderek artan bir baskı uyguladı; hala da uyguluyor. Bunun son 15 yıllık aracı, ortak para biriminin tedavüle girmesini öngören ve onun katkısıyla Avrupalı ulusal devletlerin bütçe, vergi ve sosyal politikalarını kitleler karşısında meşrulaştıran 1991 Maastricht Anlaşması oldu.

5. Doğuya genişleme, Avrupa -özelikle de Alman- sermayesi için stratejik öneme sahipti. Orta ve Doğu Almanya'daki ülkelerin AB'ne dahil edilmesi, ucuz ve kalifiye bir işgücü ile ek pazar alanı sunan; bununla birlikte de politik bakımdan istikrarlı ve hem ABD emperyalizminin hem de Rusya'nın etkisinden belirli bir ölçüde uzaklaştırılması gereken bir arka bahçenin yaratılması hedefiyle bağıntılıydı. Doğu'ya genişlemeyle birlikte, Avrupa sermayesi, Doğu Avrupa'nın daha Sovyetler Birliği ile diğer işçi devletlerinin son döneminden ve çöküş aşamasından beri sürmekte olan ekonomik etki altına alınması sürecini sağlamlaştırdı.

6. Avrupa'nın, tekellerin egemenliğinde birleşmesi projesi, bu arada, yeni bir döneme girmiştir. Alman- Fransız egemenliği altında ortak para biriminin oluşumu sağlanabilmiş ve Schengen anlaşması çerçevesinde, bir dizi çekirdek AB-ülkesi arasındaki sınır denetimleri giderek ortadan kalkmıştı (ancak bununla eş zamanlı olarak, dışarıdan katı biçimde kopma gerçekleşti). Sömürü koşullarının uyumlulaştırılması (ücretlerin ve sosyal standartların fiilen aşağıya çekilerek düzenlenmesi) ise bütün hızıyla sürüyor.

Ancak, aynı zamanda, son on yıl içinde hem ulusal devletlerin hem de AB bürokrasisinin ekonomik oyun alanı da ciddi biçimde daralmıştır. Yıllardır, kitlesel işsizlik ve gerçek ücret kayıplarıyla birlikte, başlıca emperyalist rakip ABD'ne göre güçsüzleşen ekonomik konjonktür, büyük girişimcilerle paslaşarak onların yükünü hafifleten bir mali politikaya yol açtı. Artık, AB çıkarlarını dengelemede başvurulacak bütçe araçları giderek azalmaktadır. Avrupa emperyalizmi, en başta da baskın konumdaki Almanya,1900'lü yıllarda, ABD karşısında geride kalmış; yetersiz politik, ekonomik ve askeri birlikteliğin de bir sonucu olarak, sermaye için uygun olmayan güçler ilişkilerini kökten değiştirmede ve Avrupalı büyük ulusal devletlerin önderliği almada şimdiye kadar başarılı olamamıştı. Bunu, diğer şeylerin yanı sıra, çok daha yetersiz askeri güç, Avrupalı büyük sermaye gruplarının yetersiz birliği ve Avrupa'da ekonomik oyun alanının son yıllarda büyük ölçüde daralması izledi.

Tek tek ulusal devletlerin AB'nin bütünleşmesi sürecinde verdikleri ödünlerin karşılığı olarak bütçelerin gevşetilmesi, yalnızca Orta ve Doğu Avrupalı devletlerin katılmasından değil; asıl olarak, Avrupa'nın emperyalizm modelinin görece güçsüzlüklerinden dolayı giderek zorlaşmıştı. Uzlaşmalar, 1990'ların ortalarından bu yana, giderek daha az biçimde mali uygulamalar dolayımıyla elde edilebildi. Potansiyel çatışma noktalarının üstünü örtme aracı olarak, bir zamanlar Margaret Thatcher'ın “İngiliz indiriminde” (İngiltere'nin, Birlik bütçesine katkı payını azaltması-çev.) ya da genel olarak, Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi ülkelerde olduğu gibi, ulusal devletin denetimi altındaki kalkınma projeleri için AB tenceresinden fazlasıyla büyük oranda pay alma, gelecek dönemde, büyük ölçüde ve yöntemsel olarak kesinlikle kabul edilemez görünüyor.

7. Bir sonraki döneme ilişkin AB bütçesi üzerine (önceki) görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması, giderek daralan oyun alanının ve AB içindeki sertleşen paylaşım mücadelesinin yansımasıdır. Her üye devletin önemli birlik kararlarına karşı veto hakkını kullanabildiği AB'nin hareketsizleşme ve “yönetilememe” tehlikesi, üye ülkeler ile AB'nin (Doğu'ya) genişlemesi arasındaki (birliğe, Doğu Avrupalı sekiz yeni üye devlet artı Kıbrıs ile Malta katıldı; üye devletlerin sayısı ise 2007'ye kadar 27'ye çıkacak) çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte daha da büyüyecektir. Bu çerçevede, AB'ne, onun çekirdek ülkelerindeki belirleyici sermaye gruplarının egemenliğini pekiştiren ve AB içinde istenmeyen ittifakların oluşmasını, tek tek devletlerin ya da denetlenemeyen birliklerin yoldan çıkma ve -süreci- bloke etme olasılığını büyük ölçüde önleyecek yeni bir işleyiş gerekiyor. AB Anayasası, işte bu noktada bir çıkış olabilirdi.

Şu iki gelişme, AB'nin iç güçsüzlüğünü ve onun bütünleşmedeki yetersizliğini göstermişti: İlk olarak, AB, başta Yugoslavya'ya karşı açılan olmak üzere, Balkan savaşlarında, kendi arka bahçesinde önderliği açıkça ABD'ne bıraktı ve yardımcı bir rol ile yetindi. Böylece, AB'nin, Balkanlar'da, emperyalist düzeni kurmada; yani normal sömürü koşulları için gerekli istikrarı ve “güvenliği” güvence altına almada yetersiz olduğu açığa çıktı. İkinci olarak, “terörizme karşı savaşı” sürdürmek ABD'ne kaldı; AB'nin içteki birliği parçalandı, Doğu Avrupalı aday ülkelerin tamamı -ABD'nin eski müttefiki- İngiltere'nin ve İtalya ile -kısa süreliğine- İspanya gibi diğerlerinin yanında “Koalisyona” dahil oldu.

Alman-Fransız önderliği, AB'nin uluslararası düzeyde daha sağlam konumlanmasının ve politik birlikteliğin giderek önem kazanacağının farkındadır: Bu yüzden, bölücü eğilimler, tek tek devletlerin ayrılması ve genel bir dağılma olasılığı bir anayasa üzerinde somutlaşmak durumunda. Zira, AB'nin etki alanları üzerine uluslararası rekabette kendi ayakları üzerinde duran bir aktör olabilmesi, yalnızca, onun dışa karşı "tek bir ses tek bir yumruk" olmasıyla mümkündür.

Anayasanın güvence altına almaya çalıştığı bir diğer şey, tam da bu hedefti. Burada söz konusu olan, kesinlikle, gelecekteki demokratik hakların bulanık bir “temel değerler kataloğunda” formüle edilmesi ya da genişletilmesi değildir. Söz konusu olan, sermayenin yeni liberal kazanımlarının korunması; ortak bir dış politikanın güvence altına alınması; ortak bir baskı aygıtının ve küçük üye devletlerin dünya çapında faaliyet gösterecek etkili bir müdahale gücünün inşasında, Alman-Fransız ekseninin belirlediği iç ve dış politik konularda aykırı davranmasının zorlaştırılmasıdır.

8. Fransız ve Hollanda “Hayır”, bu gidişatı şimdilik alt üst etti. Bu, Almanya ile Fransa önderliğinde gerici emperyalist bir AB bloğu projesine indirilmiş etkili bir darbe demektir. Ancak bu, otomatik olarak, birleşmeyi sürdürme yanlısı eğilimin ve Avrupalı bir emperyalist blokun biçimlenmesinin sonunun geldiğini anlamına gelmez. Önümüzdeki dönem, daha fazla savunmacı bir bütünleşme konseptiyle damgalanacaktır. Avrupa Anayasası, bir AB Blok’unun oluşumu için ortak bir çerçeve oluşturabilirdi. Bütünleşme, bunun yerine, şimdi, birleşik bir AB Bloku yönündeki gelişimin sürmesini rizikoya sokan temel sorunları çözmeden, tek tek farklı düzeylerde işleyecektir.

Görünen o ki, bütünleşme, şu anda tümüyle farklı olan çalışma ve yaşam standartlarının uyumlulaştırılması, Avrupa diplomasisi, sığınma vb. konularda ortak bir işleyişin tamamlanmasıyla sonuçlanacak olan polisiye görevler ile etki alanları konularında eşgüdümünün sağlanması üzerine tek tek görüşmeler düzeyinde sürecek.

Yani, Bolkenstein Yönergesinde sunulduğu türde bütünleşmiş bir Avrupa hizmet alanının adım adım kurulması, aynı silahlanma politikası (örneğin, ABD ile NATO'dan bağımsız bir AB ordusunu oluşturmak için ortak çabaları sürdürme) gibi hala gündemde. Böylece, birliğe üyelik görüşmelerine başlanması sorununun, AB Anayasası'nın duvara çarpmasıyla eşzamanlı olarak ele alınabileceği; ortaklık anlaşmaları üzerine görüşmelerin sürdürüleceği ve Makedonya, Bosna-Hersek, Sırbistan-Karabağ ile Arnavutluk'un üyelik perspektifinin korunacağı; AB bürokrasisinin tek tek sorunlar düzeyinde kordine biçimde çalışma iradesine ve konumuna eskisi gibi sahip olduğu gerçeği kendini gösterdi.

Kuşkusuz, Türkiye ile üyelik görüşmelerine başlanması konusunda gündeme gelen sorunlar ve AB içinde var olan çelişkiler; AB'nin şimdiki işleyişiyle farklı çıkarları etkili biçimde denkleştirme kapasitesinin yetersizliğini göstermektedir.

9. Anayasa taslağının reddedilmesiyle, öte yandan, AB içindeki önder çevrelerin temel yönelimi sakatlanmış; ancak ne ikincilleşmiş ne de olanaksız hale gelmiştir. AB, gelecek dönemde, oybirliği ilkesinden büyük olasılıkla vazgeçecektir. Onun işleye bilirliğini (bunun bir emperyalist eylem yeterliliği olduğunu söylemek bile fazla!) sürdürmesinin bir başka yolunu bulmak çok zor. Anayasa'da, üye devletlerin şimdi birçok alanda uyguladığı genel veto hakkının yerine nitelikli çifte çoğunluk sistemi öngörülmektedir-ki bu yolla, azınlıktaki devletler, toplam AB nüfusunun yüzde 40'ından azını barındırmaları durumunda, belirli yasa tasarılarını bloke edemeyecektir. Bu, müttefikleriyle birlikte, sayısal olarak güçlü nüfuslarıyla belirleyici devletler olan Almanya ile Fransa'ya, kendi çıkarlarını tek tek "dik kafalı" hükümetlerin iradesine karşı dayatmada büyük bir güç kazandırabilir.

AB içindeki baskın iktidar grupları, şimdi, kendi çıkarlarını etkili biçimde savunmak için başka olanaklar bulmak zorundalar. Avronun tedavüle girmesinin ve Schengen Bölgesi uygulamasının yol açtığı gelişme, her ihtimalde, önümüzdeki dönemde güçlenecektir: Yani, Alman-Fransız ekseni (ki bu amaç birliğinin korunması olanağı hala vardır), İngiltere gibi kimi tek tek devletler tarafından da istendiği için, bütünleşmede daha hızlı ilerleyecektir. İleride, yakın iş birliğine hazır ve ekonomik-politik bakımlardan uygun durumda olan başka devletlerin de bu eksende gruplaşması olasıdır.

AB'nin 1990'ların ilk yıllarına kadar kapsamlı desteklemelerle sağlanmış olan dışarıya karşı bütünleşmiş görüntüsünü bu biçimde sürdürmesi artık daha fazla olası değildir. Onun yerine, AB'de, önderlikleri daha fazla kapitalist entegrasyonun başını çekenlerin içinde yer aldığı bir çekirdek-grup ile iç politik nedenlerle ve / veya dış politik değerlendirmelerden dolayı (İngiltere'nin yanı sıra Polonya'nın da sahip olduğu ABD'ye yakın tutumu göz önünde bulunduralım) bu adımı atmaya hazır olmayan bir devletler grubu arasında sertleşmiş bir iç farklılaşma yaşanması mümkündür.

Önümüzdeki dönemde, AB, her ihtimalde, yayılma ve ortak merkezli çevrelerin/bölgelerin Avrupası yönünde ilerleme biçiminde bir görünüm sergileyecektir. Doğu Avrupa'daki yarı sömürgelerin (Batı) Avrupa'nın çok gelişmiş kapitalist metropollerindeki yaşam düzeyine yaklaşmasını büyük parasal aşılarla hızlandırmanın AB'nin önde gelen tekelleri için karlı olmaması da bunu teşvik edecektir.

Bu nedenle, Avrupa sermayesinin, Türkiye'nin üyeliğine karşı cepheden konuşması için bir neden de bulunmuyor. Büyük köylü kitleleri bir üyelik sonrasında Batı Avrupa'nın kapısını çaldığında, AB, kesinlikle, özel işlemlere başvurabilir; tekeller de bu ek ücret baskısından yararlanabilirdi. Türk halkının zaten onsuz yüklü olan AB bütçesi konusundaki sessiz duruşu ve çözülmemiş Kürt sorunu ise kesinlikle ciddi bir sorun olacaktır.

Ancak AB kurumlarının korkusu, her şeyden önce, Türkiye'nin katılımıyla birlikte AB'nin sınırlarının Ortadoğu'nun kriz bölgelerine kadar genişleyecek olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, öncelikle, AB'nin oluşmakta olan askeri kapasitesini zorlayacaktır. Buna ek olarak, ABD'ye geleneksel olarak sıkı sıkıya bağlı Türkiye'nin üyeliğe kabul edilmiş önemli bir ortak olması için; onun -aynı zamanda şimdiye kadarki koruyucu güç ABD'ne karşı oluşan- geleceğin daha güçlü bloklaşmasına olan bağlılığını kanıtlaması gerekiyor. Irak savaşında ABD'ne verilen Türk desteğinin çekilmesi, bu bağlamda bir ön uygulama olarak değerlendirilebilse de, henüz, bir bütünleşme yeteneğinin ve pakta bağlılığın kanıtı olarak görülmüyor. Türk askerleri ve askeri deneyime sahip Türkiye, bir asker olarak, emperyalist AB Blok'u için orta vadede kesinlikle son derece ilgi çekicidir.

3 Ekim 2005'de Türkiye ile üyelik görüşmelerine başlanmasının resmi olarak kabul edilmesine ilişkin zorluklar, AB içinde, Müslüman Türkiye'ye karşı Hristiyan bir Avrupa'dan söz eden şövenist seslerinin susmadığının kanıtıdır. Devrimciler, bu şovenizme karşı tutarlılıkla mücadele etmek zorundadırlar. Aynı zamanda, Türkiye'nin üyeliğe kabul edilmesine -eleştirel- destek vermek de yanlış sonuçlara yol açacaktır. Bizim, çıkarları kendi ayaklarının üzerinde duran bir emperyalizmin biçimlenmesinde olan ve hem içte hem de dışta kendi emperyalist egemenlik politikasını yaşama geçirmeyi hedefleyen bu türde bir birleşmiş Avrupa'dan hiçbir çıkarımız yoktur. Bu tutum, Türkiye'nin durumuna ilişkin olarak da geçerlidir.

10. Türkiye'ye karşı resmi AB politikasında görülen çelişkilere ve bir Avrupalı emperyalist bloğun oluşumuna giden kapitalist AB sürecine ilişkin devrimci yanıt, ulusal devlete geri dönüş biçiminde olamaz. Nitekim, Hollanda ve Fransa'da, Anayasa Taslağı'na toplumsal duyarlılıklar üzerinden verilen "hayır" oyu doğruydu. O, son yılların ekonomik ve politik saldırılarını, toplumsal kazanımlara yönelik genel bir saldırıya dönüştürmek için bir anayasada meşrulaştıran, sosyal olmayan askeri bir projeye karşı, artık savunmacı olmayan bir tavırdı.

Yanıt, sosyal olmayan bölümlerden arındırılmış yeni bir Anayasa taslağında güvence altına alınması gereken bir “sosyal Avrupa” yanılsamasında da yatmıyor. Bütün yeni liberal bölümlerin çıkartılması ve kimi tumturaklı sosyal ifadelerin eklenmesi, AB Anayasası'nın ve onun temsil ettiği devletler birliğinin temel karakterini hiçbir biçimde değiştirmeyecektir: AB, büyük tekellerin ve sermayenin; Alman-Fransız egemenliği altında, onun gölgesinde biçimlenen Avrupa emperyalizminin projesidir. Ona verilecek yanıt, gümrük engellerinin ve pasaport kontrollerinin kaldırılması ile Avrupa'nın bir parçasında oluşturulmuş olan geniş ortak para alanından hareket eden pozitif içtepileri içermek durumundadır.

Avrupa'nın birleşmesinin, önceden olduğu gibi, kapitalist temelde sürmesi söz konusu; dahası, olasıdır. Ancak, birlik parası olarak avronun uzun süreli istikrarı ve korunması, daha derin bir birleşmenin ve vergi ile hukuk sisteminin uyumlulaştırılmasının başarıya ulaşması üzerinde ters yönde ve sürekli bir baskı oluşturacaktır -ki bu, kendi çabasıyla dünya çapında bir aktör olarak sahneye çıkmak isteyen Avrupa sermayesinin ister istemez barındıracağı bir iç eğilimin dışavurumudur.

Ancak, kapitalizmin temellerine yönelmeyen herhangi bir başka Avrupa da emperyalist bir Avrupa olarak kalacağı için, bunların hiçbiri, Avrupa'nın ilerici bir temelde birliğini sağlamayacaktır. Bu, sınıf karakteri açıkça görülen; emperyalist özlemlerini pervasızca sergileyen, kendisini, tek suçu insanca bir yaşam sürdürmek ve Avrupalı kitlelerin geçtiğimiz yüzyılda uğruna mücadele ettiği kısmi refaha-ki bu refah, her şeyden önce, Avrupa sermayesinin emperyalist sömürüye tabi ülkeleri yağmalayarak elde ettiği hareket serbestliği dolayımıyla mümkün olmuştu- katılmak isteyen göçmenlere karşı sürekli yükselen duvarlarla koruyan bir Avrupa'dır.

Bir başka Avrupa, sosyalist olmak zorundadır. Troçki ile devrimci işçi hareketinin geliştirdiği pozisyon hala geçerlidir: Biz, tekellerin Avrupa’sına, emperyalizmin ve sömürünün Avrupası'na karşı, Dünya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin bir parçası olarak, Birleşik Sosyalist Avrupa Devletleri için mücadele ediyoruz!

* Taslağını Manfred Scharinger'in hazırladığı bu metin, AGM'nin (Marksizm Çalışma Grubu) 26 Kasım 2005 tarihindeki üye toplantısında tartışılarak kabul edilmiştir.

Plakate


Plakat 11.jpg

Publikationen